Doğada muazzam bir çeşitlilik vardı ve her bir canlı türünün hassasiyet gösterdiği bir uyaran söz konusuydu. Mesela su yosunu
olarak bilinen ve "tek hücreli” bir canlı olan algler için temel uyaran ışıktı. Bu canlılar fotosentez yaptıkları için ışık nereden
geliyorsa oraya doğru hareket etme yeteneğine sahiplerdi. Burada en önemli soru şuydu: Bırakın bir gözü, ikinci bir hücresi bile bulunmayan tek hücreli bir alg, ışığın nereden geldiğini nasıl anlayabiliyordu?
Yapılan çalışmalar, bu canlıların minik bir bölgesinde toplanan bir grup proteinin, bir
şekilde ışığı algıladığın ve hücrenin ışığa göre yanıt vermesini sağladığını göstermişti.
Bir grup protein mi? Bu proteinleri keşfeden insan sizce neler yapmaya çalışır?
Bilim insanları inanılmaz bir başarıya ulaşarak ışıkla uyarılabilen nöronları üretmenin yolunu bulmuştu. İlk yapılan hayvan çalışmaları inanılmaz sonuçlar vermişti. Birkaç gün aç bırakılan bir farenin önüne yemek konulduğunda fare diğer tüm canlıların yapacağı gibi hemen yemeğin üzerine atlamıştı. Ama bu farenin bir özelliği vardı. Farenin beynine optogenetik yöntemiyle müdahale edilerek hipotalamustaki tokluk merkezinde yer alan nöronlar ışığa duyarlı hale getirilmişti. Bununla beraber, farenin kafasının içine giren bir optik kablo vardı ve bu kablo aracılığıyla istenildiği zaman farenin beyninin içinde ışık yakılabiliyordu. Günlerdir aç olan fare, tüm iştahıyla yemeye başladığı anda bilim insanları düğmeye bastığında, bu konuda yapılan onlarca çalışma sonuca ulaşmış oldu. Çünkü düğmeye basılır basılmaz hayvan aç olmasına rağmen bir anda yemek yemeyi bırakmıştı.
Tabi ki bu durumu bilim insanları, insana fayda sağlamak niyetiyle kullanmadı. Açlık merkezleriyle oynayıp onları daha fit, sağlıklı bir hayata hazırlayabilirlerdi. Bu durum pek heyecanlı olmazdı. Kitapta geçen bu cümleler gerçek araştırmalara dayanıyor, her ne kadar bilimkurgu gibi görünse de mevcut dünyamızda bu tip bilimsel çalışmalar var. Serkan Karaismailoğlu bu araştırmaları kurguladığı hikayede okuyucuyu boğmadan, bilgi kalabalığına yol açmadan çok sade bir dille aktardı. Bilim dili her insana hitap etmez, bazı insanlar çabuk sıkılıp daha basit kurgulara meyil edebilir. Evet serinin ilk kitabı olan Pia Mater'dan daha fazla bilimsel fakat şuna kendi adıma eminim ki bilimi sevdiren en güzel kurgu.
Pia Mater kitabını, "Pia'nın hikayesi nasıl devam edecek, acaba basit bir psikopatlık hikayesi mi yoksa gerçekten bizlere unutulmaz bir bilimkurgu mu yaşatacak?" sorularıyla bitirdiğimi bir önceki yazımda da belirtmiştim. Evet bunu söylememde sakınca görmüyorum, harika bir bilim kurgu ile devam etti. Gerçi buna bilimkurgu denilir mi o konuda emin değilim, çünkü günümüz dünyasında olan olayları, bilimsel çalışmaları yazar kendi hayal dünyasından aktarıyor. Bu 2000 yıllarında bir bilimkurgu olabilirdi, şu an ise sadece arka planda çok az insanın farkında olarak yaşadığı gizli bir dünya.
Kitapta bir çok dünya var aslında, internetin derinlerinde çalışan hackerlar, insanlar üzerinde deneyler yapan bilim insanları, yeni bir dünya düzeni kurmak için çalışan topluluklar, insanın içindeki o karanlık korkunç dünya... Görünenin ardında görünenden daha büyük bir dünya. İnsan çok farklı bir varlık, aslında maddi dünyadan çok daha büyük dünyası var. Ve bu dünya insanın o küçücük bedeninin içinde, tam olarak baş kısmında. Beyin içimizde olan devasa bir yapı, büyülü gibi, maddi olarak avucumuza sığacak kadar fakat istediğimizde evrenleri içine alabiliyoruz. "Ben Dünyanın içinde Dünya benim içimde..." Ne muazzam öyle değil mi?
İnsanlık hep ileri gitmek için uğraş verdi, günümüz dünyasına gelebilmek için sürekli bir gelişim yaşadık. En iyi insan modeli yazarlar, senaristler tarafından filmlerde, kitaplarda kurgulandı. Serkan Karaismailoğlu da bunun bir örneğini yapıyor aslında, Neon adında bir merkezde çeşitli araştırmalarla insanın en üst versiyonuna ulaşmaya çalışıyorlar. Bu merkezde aşk, evlilik gibi duygusal hiçbir ilişki kabul edilmiyor. Eva ve Yo Kan adında iki bilim insanı bu merkezden ayrılarak kendi çalışmalarını devam ettiriyor. Deney yaptıkları iki çocuk ise kendi çocukları oluyor. Biri Alef diğeri Pia.
Alef, İlias'ın onu vurmasıyla hayatını kaybediyor ve tam da ikinci kitabın hikayesi burada başlıyor. Onu incelemek ve üzerinde yapılan deneyleri öğrenmek isteyen Noah ve ekibi Pia'nın peşine düşüyorlar. Hem peşindekilerden kaçmak hem de kim olduğunu bilmek isteyen Pia, Galen sayesinde bir çok olaydan sıyrılıyor. Fakat bu kitapta gerçekten Pia'nın nasıl bir deney ürünü olduğu, özelliklerinin ne olduğu anlaşılmıyor. Bu yüzden 3.kitap olan Dura Mater'ı büyük bir merakla okumaya başladım.
Meryam karakterimiz hala bulunamadı, Perit bedevi oldu, Coccyx adında derin web işleriyle uğraşan bir karakterimiz hikayeye renk kattı, daha bir çok karakter de eklendi.
Çok keyif alarak okudum, okuyorum, beynimi geliştiriyor, bedenimi daha iyi tanıyorum, organlarımın işlevlerini daha iyi analiz ediyorum, ayrıca bilimin arka planında dönenleri, internetin derinlerinde olanları tahmin edebiliyorum. Dünyamızın ne kadar geniş olduğunu fark ettim, ayrıca beynimize sahip çıkmalıyız. Beynimiz bizim her şeyimiz. Onu geliştirmek için sağlıklı beslenmeli, okumalı ve kimsenin onu kullanmasına izin vermemeliyiz. Kısacası biz varsak onun sayesinde, o yoksa biz de yokuz. Beyin her şeydir. Dura Mater kitabını okuduktan sonra serinin tümü için daha ayrıntılı konuşacağım, şimdilik yazacaklarım bu kadar. Ben yazarken keyif aldım, umarım siz de okurken keyif almışsınızdır.
SUKHA
Comments