Cengiz Aytmatov Hakkında
Cengiz Aytmatov, Türk Dünyasının önemli yazarlarından biri, Kırgızistan’ın Talas Vadisindeki Şeker köyünde dünyaya geldi. Babası devlet adamı, annesi öğretmendir. Ailenin dört çocuğundan ilki olan Cengiz Aytmatov'un gençlik yılları sıkıntılı bir döneme denk geldi, kitaplarında da dönemin etkisini görürüz. Bir yazarın gerçekten verimli olabilmesi için bir takım mayalanma süreçlerinden geçmesi gerekiyor. John Steinbeck gibi Cengiz Aytmatov’da genç yaşlarda çalışma hayatına atıldı, boyundan büyük işlerde çalışmak durumunda kaldı.
Köyünden Kazakistan’a Cambul Veterinerlik Teknik Okulu’nda okumak için gitti. Daha sonra Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e giderek burada Frunze Tarım Enstitüsü’nde öğrenimine devam etti, ardından Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsüne geçti ve 1956 ve 1958 yılları arasında Moskova’da okudu.
Yazmaya ilk olarak Pravda adında bir gazetede başladı. 1957’de Sovyetler Yazar Birliği, Cengiz Aytmatov’un yeteneğini fark ederek, kendisini birliğe üye ettiler.
1963’de Lenin ödülünü aldı. Eserleri 150'den fazla dile çevrildi. Sovyetler Birliği ve Rusya’yı temsil ettikten sonra 2008 yılına kadar Kırgızistan Cumhuriyetini büyük elçi olarak temsil etti.
Aytmatov, “Gün Olur Asra Bedel” kitabının film çekimleri için gittiği Rusya’nın Tataristan Cumhuriyeti’nde rahatsızlandı ve böbrek yetmezliği teşhisi konulduğu Almanya’da 10 Haziran 2008’de hayatını yitirdi.
Esere Dair
“Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider gelirdi... Bu yerlerde demir yolunun her iki yanında ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların özeği Sarı Özek uzar giderdi. Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demir yoluna göre hesaplanırdı. Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider, gelirdi...”
Cengiz Aytmatov kitabına bu cümlelerle başlar ve diğer bölümlerde de aynı paragrafı tekrarlar. Bize her şeye rağmen zamanın aktığını, günlerin geçmek zorunda olduğunu anlatır. Hem içeriği bakımından hem de yaşanan olay ne olursa olsun her bölümde paragrafın karşımıza çıkması bakımından.
Roman, Kazak Bozkırlarında İkinci Dünya Savaşı sonrası gerçekleşir. Bilim kurgu, gerçek ve efsane, siyaset, sosyoloji, aşk; ne arasanız vardır eserde, adeta türler karmaşasıdır. Genel itibariyle savaştan sonra Kazakistan’da ki Sovyet Rejimi baskısı eleştirilir. Bunu biraz gizlice yapar, karmaşık olaylar serpiştirir romanın içine. Zaten hava şartlarının, iklimin zor olduğu bu yörelerde bir de rejimin baskısı zorluğun katlanılmaz olmasına yol açar.
Hikaye Kazangap’ın ölümüyle başlar. Kazangap, Yedigey’in dostudur ve aynı zaman da kurtarıcısıdır, ona zor durumunda yardım etmiş, iş bulmuş ve aynı işte sırt sırta senelerce çalışmışlardır. Bu yüzden Kazangap’ın geleneklere uygun bir törenle bölgenin en anlamlı mezarlığı olan Ana-Beyit’e gömülmesini ister. Kazangap’ın tüm çocukları evlenmiş ve kendilerine köylerinden uzakta hayat kurmuşlardır. Yedigey, Kazangap’ın çocuklarını eleştirip durur, yaşlı ve hasta bir adamı tek başına Boranlı gibi şartları zor olan bir yere bırakıp gitmelerine anlam veremez. Bir baba çocukları için her şeyi yapar da çocuklar tek bir baba için elinden geleni yapmaz, der. Ama ne olursa olsun onlara haber verir, Kazangap’ın gözünden bakar ve çocuklarını cenazede görmek isteyeceğini düşünür.
Kazangap’ın oğullarından olan Sabitcan, bir devlet dairesinde çalışmaktadır ve hemen hemen her şeye bir cevabı vardır. Bildikleriyle övünür, geleneksel değil çağdaş, aydın denilen kesimi simgeler. İlerde bahsedeceğim Mankurt kelimesinin vücut bulmuş halidir. Aytmatov bu karakterle insanların kolay yaşama uğruna, para uğruna geleneklerinden uzaklaşıp farklı bir kültürü nasıl benimseyip değiştiklerini simgelemek ister.
Ukubala, Yedigey’in eşidir. Onunla beraber bütün zorluklara dayanır, iyi ve güçlü bir karakterdir. Duygularına hakim olup, her zaman ölçülü ve mantıklı kararlar verir. Yedigey’in yanlışlıklarını bile bazen görmezden gelir.
Bir diğer iki önemli karakterimiz ise Zarife ve Abutalip’dir. Aytmatov , bu iki karakterle rejimin zorluğunu pekiştirir. İkisi de öğretmendir, amaçları çocuklarının iyi bir hayat sürmeleridir. Bunun için durmadan çalışırlar. Ancak Abutalip’in savaş yıllarında yaşadığı bir takım talihsizlikler nedeniyle oldukları yerden sürekli sürülüp dururlar.
Olayların birbirleriyle bağlanışları güzeldi. Aslında kitap bir günü anlatır ama bu bir gün Yedigey için bir asırdır. Cenazenin taşınması esnasındaki yolculuğunda Yedigey, tüm hayatını film şeridi gibi gözünün önünden geçirir. Ve o hatıralarını anımsarken bizlerde onun hayat hikayesine onun gözünden bakarız. Kazangap’ın ölümü ile Yedigey hayatını sorgulamaya başlar. Yolculuk sırasında da törene katılanlara beni de Kazangap’ın yanına gömün, der. Kazangap, Ana-Beyit’e değil de Nayman Ana efsanesinin geçtiği yerde gömülmek zorunda kalır. Düşünün ki yaşadığınız topraklar sizin, fakat istediğiniz gibi yaşamayı geçtim, ölünüzü bile gömmek istediğiniz yere gömemiyorsunuz.
İnançlarından, gelenek ve değerlerinden, kimliklerinden, atalarından kopuk yaşamak zorunda bırakıldılar. Bir cenazede bile nasıl dua edeceklerini bilemezler, Yedigey ise hatırladığı kadarını uygular. Bu durum içler acısıdır. Bir insanı insan yapan, vatanına, milletine bağlı kılan tüm ögeleri ortadan kaldırmak tam anlamıyla onları Mankurtlaşmak yani efendilerinin sözüne itaat ettirmek, düşünmeden denileni yaptırmak, bu olay her sömürülen devlet için kötü bir kaderdi.
Mankurt Kavramı
Mankurt kavramı Juan-Juanlar’dan gelir. Peki ,kimdir bu Juan-Juanlar? İlk defa adını bu kitapta duydum ve bir kısa araştırma yaptım, kitapta sadece isimleri anılıyor, detaylı bilgiyi internet araştırmalarından elde ettim. Çinlilerin Juan-Juan, Türklerin “Apar” olarak adlandırdığı ilk olarak 3. yüzyıl ve 6. yüzyıl arasında Asya'nın kuzeyinde etkinliği gösteren izole göçebe bir topluluktur. Çincede Juan-Juan (Cücen) "çabucak büyüyen her yeri saran böcekler" anlamına gelmektedir. Tarihte birçok yeri işgal etmiş Juan-Juanları , Göktürkler yok etmiştir. Bu cani topluluğun yok edilmesi insanlık için güzel bir olaydır. Kısaca bahsettim, merak edenler bu konu hakkında detaylı araştırma yapabilirler.
Şimdi Juan-Juanların, Mankurtlaştırma yönteminden bahsedeceğim. Bunu kitaptan öğrendiğim için tekrar bir araştırma yapmadım.
Juan-Juanlar, tutsaklarını Sarı-Özek’in sıcak bozkırlarına bırakır. Tutsakların çoğu ölür, açlık veya susuzluktan değil, onları öldüren asıl şey; kafalarına geçirilen soğumamış deve derisinin güneşte kuruyup büzüşmesi, başlarını mengene gibi sıkıp dayanılmaz acılar vermesidir. Bir yandan deve derisi büzülüyor, bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp başına batıyormuş. Asyalıların saçları fırça gibi sert olur zaten. Kıllar üste doğru çıkamayınca içeri doğru uzar ve diken gibi batarmış. Bu dayanılmaz acılar sonucunda tutsak ya ölür ya da aklını, hafızasını yitirirmiş. Juan-Juanlar işkencenin beşinci günü, ‘sağ kalan var mı?’ diye bakarmış. Bir tane bile sağ kalan olursa amaçlarına ulaşmış sayarlar kendilerini. Hafızasını yitirmiş tutsağı alır, boynundaki kalıbı çıkarır besler güçlendirir, köle gibi kullanırlarmış. Mankurt diğer kölelerin 10 katı daha fazla paraya satılırmış, öldürüldüğünde, her hangi özgür bir insanı öldürmekten 3 katı kadar fazla ceza bedeli olurmuş. Çok değerli olan bu köle, en zor işlerde çalıştırılır, beklentisi ise bir kap yemekmiş.
Bir Mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmez. Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlar. Ağzı var dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı düşünmeyen, bu yüzdende tehlike arz etmeyen bir köle.
Ek bir bilgi vermek istiyorum; Mankurt kavramı Manas destanında yazar.
Nayman Ana Efsanesi
Nayman Ana Efsanesi, kitapta Ana Beyit mezarlığının adının nereden geldiğini anlatan bir efsanedir. Kısaca bahsedeceğim, kitabı okuyacak olanların hevesini kırmak istemiyorum. Efsane savaşta oğlunu tutsak eden Juan-Juanlara dayanır. Oğlunun bir Mankurt olduğunu öğrenen Nayman Ana, onu aramak için yollara düşer. Ve sonunda oğlunu bulur fakat oğlu annesini tanımaz ve onu okla vurur. Annesinin son sözleri ise “Adını hatırla! Kim olduğunu hatırla! Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!”
Böylece olayla bağlantılı başka bir bir efsane doğar; Dönenbay kuşu , Sarı-Özek bozkırlarında geceleri uçan duran kuş, bir yabancıya rastlayınca “ Adını biliyor musun? Kim olduğunu biliyor musun? Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!” diye öter. Nayman Ana’nın gömüldüğü yere Ana Beyit (Ana’nın yattığı yer) diyorlar. Mezarlığın adı bundan gelir.
Cengiz Aytmatov, kitapta efsanelere yer vererek unutulan gelenekleri, değerleri hatırlatmak ister. Acılarla elde edilen birçok unsurun yok olup gitmesine müsaade etmek istemez. Aytmatov, Mankurt ile, geleneklere aykırı çağdaş insanı aynı kefeye koyar. Sabitcan karakteri ile bu benzetme vücut bulur. Aytmatov, kitapta Kazangap gömülürken de bir Çaylak kuşunun belirmesinden bahseder, bu olayla bir efsaneyi pekiştirir. Dönenbay kuşu Nayman Ana, Çaylak’da Kazangap’tır.
Aytmatov, mitolojik unsurları günümüz yaşantısıyla birleştirip, harmanlayıp yeni, farklı bir tür ortaya çıkarır. Tarzı diğer okuduğum tüm romanlardan çok farklıydı, yeni şeyleri insanlara benimsetmek çok büyük risk taşır. Aytmatov bu riski alarak, Dünya’nın her yerinden okuyucu kitlesine erişti.
Orman Göğsü Gezegeni
Bu kısımda bulunduğumuz zamandan çıkıp farklı bir boyutta yolculuğa yelken açıyor hissi oluşuyor insanda. Amerika ve Rusya’nın ortak yürüttüğü “Demirung” adında bir proje var. Projenin amacı gezegendeki maden kaynaklarını araştırmak. Bunun için Parite1-2 ile Parite 2-1 adlarında iki astronot uzaya gönderilir. Orada farklı varlıklarla tanışırlar ve onların gezegenini ziyarete giderler. Savaş, devlet, para gibi kavramların olmadığı, farkındalığı yüksek bir gezende yaşıyorlardır. Her hangi bir doğa olayının felaketlerini milyon yıl önceden keşfeder ve o problemi çözmek için uğraşırlar. Dünya’yı uzaktan gözlemlemişler ve sorunlarına karşı ilgisiz oluşlarına hayret içinde bakmışlardır. Yardım etmek ve birlik olmak, birleşerek daha büyük olmak için Dünya’ya haber gönderirler. Dünya ise tüm istasyonların sinyallerini kapatarak onlarla olan tüm iletişimleri keser ve her hangi bir durumda saldırıya hazırlanır.
Aytmatov, bu gezegeni kurgulamasının amacı bellidir, kendi hayal ettiği gezegen modelini anlatmıştır. Ve Dünya onun gözünde iğrenç bir yerdir; Savaşlar, felaketler, iletişimsizlik birçok sıkıntıyı içinde barındırır. Gerçekte Baykonur Uzay Üssü, Sovyet birliği tarafından Kazak Bozkırlarında 2 Haziran 1955 yılında kuruldu. Mevcut Rus uzay programı Roskosmos sebebiyle halen aktif olarak kullanılan uzay üssünde her yıl çok sayıda ticari, askeri ve bilimsel operasyonun gerçekleştirilmektedir. Uzay üssünü araştırabilir, konuyla ilgili daha fazla bilgi sahibi olabilirsiniz. O dönemlerde böyle bir uzay üssünün olması Aytmatov’un hayal gücünü besledi, ortaya farklı bir tarzda hikaye koydu.
Bir yanda uzay üssü, bir yanda insanların barış içerisinde yaşayamaması. Gelişmişlikle, geri kalmışlığın çatışması.
Yazacak daha bir sürü olay var kitapla ilgili, tam anlamıyla her şeyi hissetmek ve bu karmaşanın içinde var olmayı başarabilen insanların hikayelerini Aytmatov’un gözünden sende incelemek istersen mutlaka bu kitabı oku. Savaşın, politikanın, iklim şartlarının zorlayıcı etkilerini net bir şekilde gözlemleyip, özgür olabilmenin bu karmaşık gezegende oldukça zor olduğunu fark edeceksin. Dünya bu, bazıları ölür, bazıları hayata tutunmaya çalışır, bazıları da eğlenir. Ama ne olursa olsun zaman akar gider.
Sağlıkla, bilgiyle ve ilimle kalın…
BİLGE SUKHA
Gerçekten çok güzel bir yazı olmuş, elinize sağlık. Kitabı üniversite yıllarında okumuştum. Aradan bunca yıl geçti ve dün akşam sabepsizce birden aklıma geldi.
Yazınız kendi kültürüne yabancılaşan, yozlaşan insanları anlatan bu kitabı çok geniş bir çerçevede özetlemiş. Dışardan baktığımızda bizimle aynı dili konuşan, bizim gibi görünen bu insanlar artık modern dünya diye adlandırdıkları başka bir maddiyatçı kültürün temsilcisi olmuşlar. Sözde son derece ilerici ve eleştiriye açık olan bu arketipler aslında çıkarları nispetinde ve kendilerine izin verildiği kadar konuşup yazan, farklı düşünen ve işin aslını sorgulayan kişileri vizyonsuz, cahil gibi yaftalarla etiketleyip sindirmeye çalışan militan sözcüler olabiliyor. Bazıları paralı, bazıları gönüllü olarak yabancı misyonlara hizmet eden bu insanları tanıyabilmek için bu kitabı her yıl tekrar okumak gerektiğini düşünüyorum.
Yorumumu fazla uzatmadan…