top of page

SEFİLLER-VICTOR HUGO



"Uygarlık çağının ortasında, yasalar ve gelenekler aracılığıyla, dünyayı yapay olarak cehenneme çeviren ve ilahi kaderi insanlık belasına bulaştıran toplumsal lanetlenme hali devam ettikçe, yüzyılın ilki insanın emeğinin sömürülmesinden dolayı aşağılanması, ikincisi kadının açlık yüzünden alçalması, üçüncüsü çocukların eğitimsizlik nedeniyle yeteneklerinin gelişmemesi olan üç temel sorunu çözülmedikçe, bazı bölgelerde toplumsal baskı devam ederken, daha geniş anlamda yeryüzünde cehalet ve yoksulluk hüküm sürdükçe, böyle kitaplar yararlı olmayı sürdüreceklerdir."


Kitabın önsözünü paylaşmak istememin açıkça sebebi şu ki; kitap bir cümle ile ancak bu kadar güzel ifade edilirdi.

Bazı romanların sadece hikayesi vardır, bazı kitapların ise güzel hikayeleriyle beraber büyük davaları. Victor Hugo "Sefiller"i yazarken koca bir Fransız tarihiyle beraber sorguladığı inanç sistemini, toplumsal sorunları, adaletin yanlışlıklarını ele alarak büyük davasını harikulade bir yöntem ile okuyucuya anlatıyor.

1815 ile 1832 yılları arasında geçen bu hikaye aslında 17, 18 ve 19.yüzyıl Fransa'sını bizlere aktarıyor. XIV.Louis dönemi, 1685 yıllarında çocuğunu emzirirken yakalanıp beline kadar çıplak bir halde direğe bağlanan zavallı Protestan kadını da anlatır, 1789'daki Fransız Devriminden de bahseder, 1815'deki Waterloo Savaşı'ndan da. Yani kitap 17 yıllık bir serüven gibi dursa da yüzyılları kapsayan sorunları, davaları, savaşları anlatır.

Başkahramanımız Jean Valjean'ın kanundan kaçmak için sürekli kılık değiştirmesi, yaşadığı trajik olaylar kitabın altıda biri neredeyse. Tüm insanlığı ilgilendiren meselelerin anlatıldığı bu kitap için kurgu bölümün bu kadar olması benim açımdan şaşırtıcı değil tabi ki.

Mesela Hugo'nun manastırları eleştirdiği koca bir bölüm var kitapta, Hugo der ki; "Manastır düzeni uygarlık için bir veremdir. Yaşamı durdurur." Ruhları canlı canlı öldürdüğünü, bireylerin bu düzene girerek kendilerine işkence ettiğini düşünür. İnsanlığın gelişimi için zekanın bu şekilde kapatılması yerine kullanılmasını, bireyin faydalı olmasını savunur. Hatta bunca ilerlemeye rağmen hala 19.yüzyılda manastır geleneğinin sürdürülmesi akıl almaz bir gerçektir.

Çok katı prensipleri olan Martin Verga cemaatine ait bölümü okurken donup kaldım, 1425'te kurulan bu cemaatin Bernardin Benedikten rahibelerinin uyguladığı anlamsız kurallar insanlığın ne kadar ilginç bir hale gelebileceğini gözler önüne seriyor. Valjean'ın hayatı kitabın altıda biri desem de aslında bir şekilde olayların onun hayatına nasıl değindiğini görüyoruz. Sonuçta anlatılan bu manastır bölümü de Valjean'ın manevi kızı olan Cosette sayesinde hayatlarına dokunuyor. Valjean, Cosette ve kendi iyiliği için bir manastıra sığınıp yıllarca orada yaşıyor.

Manastır bölümü yüzlerce sayfa süren bir bölüm, düşünerek, anlayarak okumanızı tavsiye ederim. Uzun ama merak uyandırıcı olduğu için su gibi akıp gidiyor. Daha önce okumuş olduğum "Semerkant" ve "Alamut Kalesi" eserleri de bu bölümü okurken aklıma geldi. Çünkü insanlık tarihini yönlendiren inançlar bazen kötü niyetli insanların ellerinde inanılmaz tehlikeli olabiliyor. Tabi bu rahibelerin böyle davranmaları kimin işine yaramış bilemiyorum. Kitaptan çok kısa bir bölümü paylaşacağım, bu sayede ne demek istediğimi daha iyi aktarmış olurum; "Bernardin-Benedikten rahibeleri yıl boyunca çok az yemek yerler, büyük perhizde ve kendi özel günlerinde oruç tutarlar, sabah birde uyanıp üçe kadar dua okur, sonra sabah ayinine katılırlar, ince şayaktan çarşaflarda samanların üzerinde uyurlar, hiç yıkanmazlar, asla ateş yakmazlar, her Cuma kendilerini kırbaçlarlar, çok kısa teneffüsler dışında hiç konuşmazlar ve altı ay boyunca, yani 14 Eylül'deki Kutsal Haç Günü'nden Paskalya'ya kadar abadan elbiseler giyerler. Aslında kurallar bu giysinin tüm yıl boyunca giyilmesini dayatsa da, yaz sıcağında bu abadan elbisenin katlanılmaz hale gelip ateş basmalarına ve kas spazmlarına neden olması yüzünden bir reform uygulanmış, gelenek kısıtlanmıştır. Bu ılımlı uygulamaya rağmen, 14 Eylül'de bu elbiseyi giyen rahibeler üç dört gün boyunca ateş basmalarına maruz kalırlar. İtaat, yoksunluk, iffetlilik, manastır inzivası; işte kurallarla daha da ağırlaşan çileleri."

Manastır eleştirisini burada bitirip tarihi olaylara geçelim. Fransız Devrimi, ayaklanmalar, Waterloo Savaşı kitapta konu edilen tarihi olaylardan bazıları. Tabi Hugo, bu olaylara değinerek savaşın kazananının olmadığını, savaşları aptalca bulduğunu anlatmaya çalışıyor. Kitaptaki bu bölüm ise düşüncesini açıkça ortaya koyuyor; "Tarih dönüp dolaşıp aynı şeyleri söyler. Bir yüzyıl diğerinin taklididir. Marengo Savaşı Pydna Savaşı'nın kopyasıdır; Clovis'in Tolbiacı ile Napoléon'un Austerlitz'i iki kan damlası gibi birbirlerine benzerler. Zaferi hiç umursamam. Hiçbir şey yenmek kadar saçma olamaz; gerçek zafer ikna etmektir. Ama bir şeyleri kanıtlamayı denesenize! Başarmakla yetiniyorsunuz, ne vasatlık! Fethetmekle yetiniyorsunuz, ne sefalet! Ne yazık, her yerde boş heves ve alçaklık var. Her şey, dilbilgisi bile başarıya itaat ediyor."

Kitapta anlatılan tarihi olaylar öyle güzel ifade ediliyor ki insan o yıllara ışınlanıyor ve olayların bir anda içinde buluyor kendini. Victor Hugo'nun gerçeklerden ilham alarak bizlere verdiği dersler oldukça etkileyici fakat hala savaşlar var ve elimizden bir şey gelmiyor. Keşke yöneticiler Victor Hugo okusa fakat insanın içindeki güç arzusu muhtemelen bu kitabı da yanlış kullanmaya sevk edebilir.

Kurgu ile olayların bağlantısı kopmadan ilerlediği için hem genel kültürünüz artıyor hem de olayları merak ettiğinizden sıkıcı olmuyor. Kurguya giren karakterlerle beraber sizin de bilginiz katlanarak artıyor çünkü her bir karakteri belirli bir tarihi olayla ya da toplumsal problemlerle bağdaştırıp karşımıza çıkartıyor. Ülkelerin genel kültürlerine kadar birçok bilgi birikimine sahip oluyorsunuz, örneğin şu paragrafta olduğu gibi; "En çok bira Brüksel'de, en çok votka Stockholm'de, en çok çikolata Madrid'de, en çok cin Amsterdam'da, en çok şarap Londra'da, en çok kahve İstanbul'da, en çok absent Paris'te tüketilir; işte tüm yararlı bilgiler." Ve bu cümle o kadar güzel hikayeye giriyor ki siz hikayeden kopmadan bilgiyi hafızanıza alıyorsunuz.

Valjean'ın Cosette ile beraber çıktığı yolculukta hayatlarına giren Marius karakteri ile de aşka dair öğrendiklerimiz bir yana Fransa'nın o dönemlerdeki ayaklanma hareketlerine de tanık oluyoruz.

Başından beri hep var olan Javert ise hikayeye anlam katan en önemli karakterlerden biri, başından beri rahatsız edici hareketleri olan, sürekli Valjean'ı yakalamaya çalışan Javert'in kitabın sonunda yaptığı davranış tüm okurları hayrete düşürüyor. İnsanın vicdanı ile ahlaki değerlerinin karşı karşıya kaldığı noktada kendine yaptıkları inanılmaz, sarsıcı ve oldukça düşündürdü. Javert karakteri ile Hugo öyle büyük bir meseleye değindi ki hayatım boyunca unutamayacağım bir ders almamı sağladı.

Tabi Javert'in sahnesi kadar etkileyici olmasa da Marius Pontmercy'nin Mösyö Thénardier karşısında sergilediği duruş da oldukça önemliydi. Babasına olan saygısı yüzünden nefretle baktığı birine iyilik yapmak zorunda kalması, duygularının birbiriyle çatışması, kendiyle girdiği savaş insan psikolojisinin uç noktaları. Ve bu noktalarla insanı çok güzel analiz eden Hugo, bizlere de güzel izler bıraktı.

Ve sonunda Jean Valjean'ın Marius'e kendini yanlış ifade etmesi, kendi kendine cezalar vererek vicdanını rahatlatmaya çalışması da üzücü bir durumdu fakat er ya da geç doğrular bazen en yalancı insanlar tarafından açığa çıkar, istemeden de olsa Thénardier sayesinde Jean Valjean'ın iyi niyeti Marius tarafından da görülüyor. Kitabın sonunda bazı kişiler ölse de Marius ile Cosette bu acı hikayenin bizlere sunduğu bir hediye gibi.

Keyifli Okumalar...

Commentaires


bottom of page