top of page

SEMERKANT-AMİN MAALOUF


Hayat beni İran’a sürükleyip durdu. İlk olarak bir gezginin İran seyahatinde yaşadığı deneyimleri Youtube'dan izledim (gezginin ismi Nurgül Türk). İran’ın zengin kültürü karşısında büyülendim. Bir yanda göçmen Türkler, diğer tarafta Hz.Hüseyin’i anlamaya çalışmak için kendini zincirleyen gruplar, çeşitli bir çok mezhep, ırk, muhteşem halılar, harika yapılar ve göz alıcı doğal güzellikler. Beni oldukça etkiledi, adeta İran geçmişe gitmek gibiydi. Sanki bir zaman tüneline binmiş ve yıllar önceki hayatları görmeye gitmiştim. Bir ay kadar sonra kitaplığımda kitap seçerken, Alamut eserini okumak istediğimi fark ettim, belki de o okunmak istedi, bu olay nasıl anlatılır bilemiyorum fakat kitaplar sırasını bekler ve siz seçmezsiniz, zamanı gelince o size gelir. Alamut eserini sizlerle bir önceki yazımda paylaştım. Buradan da okumadıysanız okuyabilirsiniz. İnanılmaz etkileyiciydi, gerçeklerden ilham alınarak oluşturulan kurgusal bir eserdi. Bu eseri okurken instagram hesabımda birkaç takipçim Semerkant’ı da okumam gerektiğini söyledi, bu mesele de çok ilginç, çünkü kitap siparişimde Semerkant ne anlatıyor hiç bilmeden siparişini zaten vermiştim. Bazı takipçilerim Semerkant’ı daha önce okumam gerektiğini söyledi fakat ben aksini yaptım, Semerkant’ı Alamut’tan sonra okudum ve böyle çok daha iyi olduğunu gördüm. Nedeni ise şöyle; ilk olarak Hasan Sabbah hakkında daha akla yatkın olduğu düşünülen kurgusal bir eser okudum, orada insanların kandırılarak nasıl fedai oldukları anlatılıyordu, olay haşhaş ve yalancı cennetti. Ama Semerkant’ı okuduğumda maalesef insanlığın acı gerçeğiyle karşılaştım; inanç uğruna yapılan yanlışlıklar. İnsanların somut olarak gördükleri bir şeyler olmasına gerek yoktu, kafalarının haşhaşla uyuşmuş olması da gerekmezdi, çünkü dini kullanarak insanların beyinlerini kullanıyorlardı. Onları ölüme rahatça sürükleyebiliyorlardı, evet o topraklara giden Marco Polo bu durumu açıklamak için çeşitli hikayeler uydurdu, belki de onun için en mantıklısı buydu. Ve anlatılanlardan ilham alan yazarımız Vladimir Bartol, Alamut eserini bu şekilde yazmıştı. Semerkant beni acı ama gerçek olan tarihle yüzleştirdi.

Amin Maalouf, 25 Şubat 1949 Beyrut doğumludur, 1976’da Fransa’da yaşamaya başladı, 1993’te Goncourt Akademisi Edebiyat ödülünü aldı. Semerkant eserini ilk kez 1988 yılında yayımladı.

Kitap 4 bölümden oluşmaktadır. Ana konu Ömer Hayyam ve onun “Semerkant Yazması”dır.

Ömer Hayyam ile beraber aynı dönemde yaşamış ve bir şekilde birbirlerinin hayatlarına dokunmuş iki önemli isime de kitapta yer verilir. Bunlardan biri dehşet saçan Hasan Sabbah ve döneme damgasını vurmuş ihtişamlı Selçuklu devletinin veziri Nizamulmülk’tür. Bu üç adam için kitapta şöyle bir kesit vardır;


Bay Nicolas'nın Rubaiyat'ın Fransızca çevirisine yazdığı girişte anlattığı üç arkadaşın, Nizamülmülk, Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam'ın hikâyesini okudunuz mu? Kişilikleri çok farklıdır, ama her biri İran ruhunun ölümsüz bir yönünü temsil eder. İçimde üçünü birden bulurum kimi zaman. Nizamülmülk gibi, büyük bir İslam devleti kurma özlemi taşırım. İsterse tahammül edilmez bir Türk sultanı tarafından yönetilsin!

Hasan Sabbah gibi İslam âleminin dört köşesine başkaldırı tohumları ekiyorum, beni ölümüne izleyecek müritlerim var...

...

Hayyam gibi şimdinin, içinde yaşanan anın nadir keyiflerini kolluyor, şarap, sâki, meyhane, sevgili üzerine dizeler yazıyorum; sahte sofulara hiç güvenmiyorum, onun gibi. Bazı rubailerinde Ömer kendinden söz ederken, sanki çizdiği resim bana aitmiş gibi geliyor: "Şu alacalı bulacalı yeryüzünde bir adam dolaşır, ne zengin ne yoksul, ne mümin ne kâfir, yaltaklanmaz hiçbir hakikate, saygısı yok hiçbir kanuna... Şu alacalı bulacalı yeryüzünde, bu yiğit ve hüzünlü adam kim ola?"”


Ben bu üç adamdan en çok kendime Ömer Hayyam’ı yakın buldum. Belki bir kadın olduğum için belki dünyanın güç bağımlıları etrafında dönmesini istemediğimden belki gerçekten bilime, bilgiye ve ilime verdiğim önemden. Ya da hepsidir, Ömer Hayyam’a yakın hissetmeme sebep.


Ne demişti Ömer Hayyam “Ne bilginler geldi, neler buldular! Mumlar gibi dünyaya ışık saldılar... Hangisi yarıp geçti bu karanlığı? Birer masal söyleyip uykuya daldılar.”


Bu şiirsel cümleler de benden olsun, mademki Ömer Hayyam’ı kendime yakın buluyorum biraz da onun gibi güzel konuşalım; “Kim olursak olalım, bu dünyayı ne döndürürse döndürsün, gelip geçici her şey. Yaratıcıyı tanımak Dünya’da yaşamaya değer en güzel sebep.”


Kitaba geri dönelim, ilk iki bölüm bu üç adamı anlatır, son iki bölüm ise bu üç adama özellikle de Ömer Hayyam’a duyduğu merak sebebiyle İran’a gitme kararı alan Benjamin Omar Lesage’in maceralarına yer verir. İran’da olan karışıklardan söz eder. Ömer Hayyam’ın Rubailerinin içinde yer aldığı “Semerkant Yazması”nın peşine düşer ve sonunda bulur fakat bindikleri Titanik gemisi battığı için yazma sonsuza dek kaybolur, hatta rivayete göre hiçbir rubaisi yazılı olmadığı için, Hayyam’ın rubaisi olarak bildiklerimiz onun olmayabilir.


İşte Semerkant eserinin kısaca anlattıkları bu şekilde. Art arda İran tarihi ile ilgili birçok bilgi edinince, hikayeler dinleyince kendimi kaybettiğimi fark ettim. Zihnimde sürekli felsefe yapmaya başladım, insanlık ve inançlar üzerine çok fazla düşündüm, mezheplerde kayboldum. Kafamı kaldırdığımda çok fazla tehlikeli sularda yüzdüğümü fark ettim. İran öyle farklı bir yer ki yaşananları okumak dahi sizin kaybolmanıza sebep oluyor. Yazının başında da belirttiğim gibi İran büyülü bir ülke. Kaybolmaktan öyle keyif almıştım ki, oradan çıkmak aklıma bile gelmedi ta ki beynimin yorulduğunu fark edene dek. Şu an bu satırları yazarken, İran’ın bakış açıma ne çok şey kattığını tekrar hatırladım. Mutlaka keşfedilmesi gereken bir kültür. Sizlere de ilham olacağına eminim.


Yazıyı bitirmeden kitaptan birkaç alıntı paylaşmak istiyorum;


“Zamanın iki yüzü var. İki boyutu... Uzunluğunu güneşin seyri belirliyor. Derinliğini ise tutkular...”


“Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz:

Kuklacı Felek Usta, kuklalar da biz.

Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer;

Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz.“


“Her gün biri çıkar, başlar, benim ben demeye

Altınları, gümüşleriyle övünmeye.

Tam işleri dilediği düzene girer,

Ecel çıkıverir pusudan: Benim ben, diye.”


''Hiçbir şeye şaşırma, hakikatin de insanların da iki yüzü vardır.''


"Ne diyebilirim ki sana, Varlığın sırları saklı senden, benden;

Bir düğüm ki ne sen çözebilirsin, ne ben.

Bizimki perde arkasında dedikodu;

Bir indi mi perde, ne sen kalırsın, ne ben."


“Istıraptan belin büküldüğünde, dünyanın üzerine edebi bir gece çöksün istediğinde, yağmurun ardından ışıldayan yeşilliği düşün, düşün bir çocuğun uykudan uyanışını.”


Keyifli okumalar...


SUKHA




Comments


bottom of page